21 Nisan 2013 Pazar

Mevlâna nasıl gel dedi ?

Büyük şairimiz Mehmet Akif Ersoy, vefatından bir kaç ay önce, kendisini ziyaret ederek,
“Mesnevî’nin son cildi Mevlâna’nın değil diyorlar, acaba doğru mu?” diye soran tanıdığına şöyle cevap veriyor:
“ Ben bu hususta salâhiyet sahibi değilim. Onu tasavvuf âlimleri bilirler. Fakat lisan itibariyle son cilt, Mevlâna’dan iki yüz sene sonraki lisandır.Sırf lisan  noktasından son cilt Mevlâna’nın değildir, diyebilirim.”
Mesnevi altı cilttir. Yedinci cilt uydurmadır. Hayrete şayan bir husustur ki, Hazreti Mevlana’nın  bu kadar sevildiğini, Mesnevi’nin son derece rağbete mazhar olduğunu gören bazı dalalet sahipleri, milleti kandırmak için o büyük zatın ağzından bir yedinci cilt uydurmuşlardır. Halbuki yedinci ciltteki ifade tarzı, Akif’in de dediği gibi, Mevlâna’nın değildir. Ayrıca, konular da İslâmi değildir. Dolayısıyla yedinci cilt uydurmadır. Asıl Mesnevi, altı ciltten ibarettir.
Mesnevi’yi en güzel şekilde derleyip toplayan İngiliz müsteşriki ( Doğu ülkeleri ve en çok da dil ve edebiyatları ile uğraşan Batılı bilgin) Nicholson’dur.
Ne yazık ki, bazı bilginlerimiz bu konuda yanılmışlardır.
Meselâ bunlardan biri de Nahifi’dir. Mesnevi’yi Farsça’dan  Türkçe’ye nazım yoluyla tercüme eden Nahifi’nin bu yedinci cilt konusunda hataya düştüğünü, maalesef üşenmeden onu da Türkçe’ye çevirdiğini görüyoruz.
Bu Türkçe nüsha 1851’de ta’lik yazı ile Mısır’da Bulak Matbaası’nda  basıldı.  Bu kıymetli eseri merhum Doktor Amil Çelebioğlu bugünkü dile çevirdi. Aslıyla beraber Sönmez Yayınevi tarafından 1967 yılında yayınlandı.
Tahran Üniversitesi profesörlerinden Bediüzzaman Firuzenler merhum, bu eserin 7 nci cildinin  Mevlâna ile ilgisi olmadığını ilmi olarak ispat etti.
Bilindiği gibi, Hazreti Mevlana’ya isnat edilen çok meşhur bir söz vardır:
“ İster mecusi, ister putperest, ne olursan ol, gel” der.

Çok gariptir, ben bu sözü Nicholson’un divanında bulamadım. Nicholson, gerek Türkiye’de, gerek Pakistan’da, gerek British Museum gibi dünyanın en büyük  kültür merkezlerinde araştırmalar yaptı.  Merhum hasan Ali Yücel de, bizim kütüphanelerde bulunan  Divan-ı Kebir’lerin fotokopilerini gönderdi. Onlarda da böyle bir söz yok. Kendisi yıllarca uğraşarak yedi ciltlik bir Divan-ı Kebir hazırladı. Bunun bir cildi rubailere mahsustur. Orada da yok. Diğer yazma kitaplarda da rastlanmıyor.
Evet, bu rubai Hazreti Mevlana’ya ait değildir. Sadece ona isnat edilmiştir. İşlerine geldiği gibi bir çok kimse bu sözü benimsemiştir. Hazretin başka sözü yokmuş gibi, her toplantıda bu daveti yapıyorlar.
*
 
Yukarıdaki sözler Sayın Şefik Can’a ait…
Sayın Can, Arapça, Farsça, İngilizce  bilen, günümüzün tanınmış  Mesnevihanı’dır. Benim de lise öğretmenlerimdendir. Halen sağ olup olmadığını bilmiyorum. Yaşıyorsa sağlıklı uzun yıllar, vefat etmişse Allah’tan rahmet dilerim.
Değerli öğretmenim, “ Mevlâna’nın 6 ciltlik Mesnevi’si vardır. Mevlâna’ya atfedilen (Ne olursan ol, gel ) sözü, ona ait olmayan 7 nci ciltte yazılıdır” diyor.
*
Prof. Dr. Orhan Karmış’ın konu hakkındaki açıklaması şu şekildedir:
“Bu kelimeyi ‘Tekrar gelmek’, ‘Asla rücu etmek’, ‘dönmek’ anlamında tercüme etsek bile, bu sözler Mevlana’ya  ait olsa bile, Hz. Mevlâna hiçbir zaman putperest ve kafirlere bu olduğun hal üzere gel demek istemiyor. Tövbeni bozmuş olsan da, imandan küfre dönmüş olsan da tekrar imana gelmen şartıyla ilâhi rahmet kapıları sana açılabilir, demek istiyor.”
Prof. Dr. İlber Ortaylı da, konu hakkında şunları söylemektedir:
“Ne olursan ol, yine gel sözü, Mevlâna’ya ait değildir. Çünkü o, 17 nci yüzyılda yazılmış bir şiir…Mevlâna öldükten sonra söylenmiştir. Konya’da  dergâhın kapısına da, Mevlâna’nın şiiri olmadığını yazdılar.”
*
Prof. Dr. Erkan Türkmen’in, Tarih ve Medeniyet Dergisi’nin 17 nci sayısında yayınlanan yazısından ilginizi çekeceğini umduğum bir bölüme dikkatinizi çekmek isterim:
“ Gene gel…Gene gel…” olarak tercüme edilen ve Hazreti  Mevlana’ya atfedilen  meşhur rubai, Mevlana’nın el yazma divanı nüshasının sonunda bulunmaktadır. İran’da basılmış bazı divanlarda hiç kayıt edilmemiştir. Mevlâna’nın divanı, onun vefatından çok sonra derlenmiş olduğuna göre, tahrifata uğraması çok tabiidir. Zira, Mesnevi’nin en sağlam nüshası, Mevlâna müzesinde bulunduğu halde İran,  Pakistan, Hindistan, Afganistan ve Türkiye’de bulunan nüshalarında hem ilâveler, hem de tahrifat yapılmıştır. Söz konusu olan rubainin tamamı şöyledir:
Baz a, baz a her ançi hesti baz a,
Ger kafir u gebr u putperesti baz a,
İn dergah-i ma dergah-i nevmi dinist,
Sad bar ger tevbe şikesti, baz a.
Doğru tercümesini vermeden önce, rubaide beş defa geçen ( baz a) ifadesini veya deyimi üzerinde iyice durmak lâzımdır.  Bilindiği gibi, Mevlâna’nın  kullandığı Farsça, Horasan Farsçası’dır. Bu Farsça Türkler, Tacikiler, Afganlılar ve Hintliler’in ortak dilidir.  İranlılar ise Pehlevi Farsçasını  kullanırlar. Gazneliler, Selçuklular, Osmanlılar, Delhi Türk Sultanlığı gibi büyük Türk devletlerinin kullandığı Farsça’ya ise, Turan Farsçası adını verenler de vardır.
(Baz a)’nın mastar şekli, (Baz amadan)’dır. Hindistan’da basılan ünlü lügat Anandarac, (Baz amadan) mastarının açıklamasını, (Mecazi olarak tövbe etmek anlamına gelir) diye vermektedir.
Meşhur Farsça lügatı Steingass’ta ise Baz amadan: pişman olmak, tövbe etmek, yapılan hareketten vazgeçmek, şeklinde açıklanmaktadır.
(Baz amadan) kelime kelime çevrilirse, baz: (gene, tekrar) ve a: (gel) yani ( gene gel) şeklinde olur. Oysa (baz amadan) bir deyimdir ve hem Türkçe’ye, hem de Urduca’ya geçmiştir. Dilimizde yaygın olan şekli, (vazgeçmek)’tir.
Hazreti Mevlana da, kendi şiirlerinde aynı deyimi ( vazgeçmek) anlamında kullanmıştır.
“ Huace baz a ez men u ez seri,
Serveri cu, kem taleb kun serveri” ( Mesnevi,c.4,2029)
(Ey hoca efendi, baş ve ben olmaktan vazgeç; önder ara, önder olmayı az heves et.)
Burada, “ baz a”yı, (gene gel) şeklinde çeviremeyiz. Kaldı ki, sadece Mevlâna değil, diğer şairler de bu deyimi aynı asırda, benzer anlamda kullanmışlardır.
Bütün bu açıklamalardan sonra, rubaiyi doğru tercüme etmek gerekir.
“Vazgeç(tövbe et), vazgeç, her neysen vazgeç,
Eğer Kâfir, mecusi, putperest isen vazgeç,
Bizim dergâhımız umutsuzluğun dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozsan da vazgeç.”
Rubainin bu şekilde tercümesi, Mevlâna’nın hoş görüsüne engel değildir. Zira Mevlâna, “ Yaradılanı severim, yaradandan ötürü” sözüne yürekten inanıyordu ve daha nice şiirinde bunu dile getirmişti.
*
Ne demişti Mevlâna, hatırlayalım:


OKUYAN,
        AKLI
              MİKTARINCA
                         ANLAR.




YAZIYA EK:
Yukarıdaki konuyla ilgili olduğu için ulusal basında yer alan iki açıklamayı aşağıya alıyorum:
Selçuklu Üniversitesi Mevlâna Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Nuri Şimşekler,
“Gel ne olursan ol yine gel” rubaisi 30 yıldır gündemde… Mevlâna’nın şiir divanına dikte edilmiş ve kendisinin zannedilerek atfedilmiş bir beyittir. Ancak 1368 yılına ait en eski ve muteber Divan-ı Kebir’ de bahsi geçen rubai yer almamaktadır.”
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Mevlâna Araştırmacısı Prof. Dr. Emine Yeniterzi’nın açıklaması ise şöyle:
“ ‘Gel, ne olursan ol, yine gel’ sözü Mevlâna’ya atfedilir. Bu rubai, Mevlâna Müzesi’nde bulunan el yazması bir Divân-ı Kebir’in kabında kayıtlıdır. Diğer Divân-ı Kebir nüshalarında rastlanmadığı gibi, eserin içinde olmayıp da kapakta kayıtlı olmasından anlaşılacağı gibi; herhangi birisi tarafından oraya yazılmış, Mevlâna’ya ait olmayan bir şiirdir.” (Vatan, 25. 12. 2012)

Blog Arşivi